Hatıralar, Tavsiyeler, Görüşler,Öneriler
www.gumulcineliler.com Okan tavsiye etmiş.
.....................................................................................................................................................................
Selamlar İzmir'den Op. Dr. Ahmet Köse (8 yaşında iken köyümüzden göç etmiş)'nin gönderdiği yazıyı aynen yayınlıyorum.
( 1922 yılı. Kemal Mustafa'nın kovaladığı Rumlar,Tarakyadan Meriç'i geçip, bizim topraklarımıza kaçınca Garb-ı Tarakya bir karıştı ki, sorma gitsin) diye başlardı babam ve muhabbet karşılıklı iştiarelerle ta sabah ezanlarına kadar sürer ve biz çocuklar da merakla, yorganların altından dinlerdik.Onlar artık unutulmuş, eski insanların muhabbetleri idi , şimdi o tatlı insanların seslerinin yerini başka şeyler aldı. Daha bulgarın yaptıklarını unutamayan biz buranın Türkleri , çekilecek çilemiz bitmemiş ki ,bir de şimdi bu Anadoludan gelen Rumların kahrını çekecektik. Yedi sekiz sene Bulgar mezalimini yaşadı bu halk. 1913'ten ondokuzlara kadar Bulgar hüküm sürdü bu topraklarda. Elimizde ne varsa Bulgara verdik o yıllarda. İsteyerek mi verdik derseniz, evet isteyerek vermek zorunda bırakıldık. Vermezsen başına gelecekleri peşin peşin kabul etmiş sayarsın kendini. Eziyeti her türlüsünü yaşayıp, çektikten sonra öğrendik biz bu kendi isteğimizle vermeyi. Allah kimseyi Bulgarın eline düşürmesin. Neyse, cihan harbi bitti , Çanakkaleden dönenlerimiz döndü, dönemiyenlerimizin adına kur'anlar mevlitler okutuldu,dertlerimiz biraz duruldu. Bu arada büyük devletlerle, Osmanlısı Türkü, Yunanı anlaşıp bizi Bulgarın mezaliminden kurtardılar fakat ne hikmetse, bizi gözlerinden çıkarmış olacaklar ki bu sefer de Yunanın kucağına verdiler.Biz son on sene içinde Osmanlı tabiyesinden Bulgar tabiyesine sonra da Yunan tabiyesine geçmiş olduk. Ha bir de hatırlardan bile çıktı, iki aylık Batı Tarakya Cumhuriyesi tebaası da olduk, tabi biz o zamanlar çocuktuk, demem o ki hep büyüklerimizden duyduklarımız kalmış kulağımızda da şimdi sizlere aktarırız. Hepsi unutulur bunların ya muhabbet olsun isteriz işte. Hey bubam hey be ,hey amıcalarım hey be neler çekmişler de hepsi unutulmuş. Bizim de eli kalem tutanlarımız vardı elbet onlar da uğraşmışlardır Yunan elinde kalmamak için ama , anlaşmalar bizi İstanbul Rumuna karşılık esir bırakmıştır buralarda.Neyse konu o değil şimdi. Bulgar gideli üç dört yıl olmuş, tam kendimizi topladık derken, bu Rumlar çıktı geldi başımıza. Ne gidecek yerleri var ne kalacak yerleri. Zaten Yunanlı Garbı Tarakyada Türk falan istemiyor ya, yapılan anlaşmalara da karşı gelemiyor, ne yapsın, Garb-ı Tarakyadaki Türklerin arasına Rumu karıştıracak ki, bizleri huzursuz edip yerimizden yurdumuzdan etsin. Anadoludan gelen bu Rumları tuttular bizim Türk köylerine getirip dağıttılar ama nasıl dağıttılar.Bir gün bir Yunan zabiti geldi köye, arkasında da bu Rumlar , bir panayır kalabalığında, sanırsın düğün var, bir cümbüş, bir kargaşa , kimse bilmiyor ne olduğunu. Öyle böyle değil , görmeden inanmazsınız, bu Rumlar, Edirneden bu yana , nerden geçtiyse Türk köylerini talan etmiş, keçisinden davarına öküzünden ineğine, mandasına kadar ne kattıysa önüne toplamış berabewrinde getirmiş. Yunan bu göçmenleri ,her Türk köyünün payına düşen kadarını guruplara ayırmış, bu gelenlerde bizim köyümüzün payına düşenlermiş işte. Gelen zabit ,belediye binasının önünde çıktı bir duvarın üstüne, ortalık Rumu Türkü içiçe, sanki panayır yeri , insanlar biryanda, bir yanda davar sürüleri, keçi sürüleri, büyük baş hayvanlar , talikalar, öküz arabaları, hepsi tam bir curcuna. Kimsenin olacaklardan haberi yok, kulak kesilmiş, Yunan zabitinin ne söyliyeceğini beklemedeler. Toy biri, sonra iki elini açıp havaya kaldırarak söze başlıyacakmış gibi yaptı, sanırsın Yunan tarihini yeniden yazacak ve zoraki bir iki kelimeyle başladı söze --Komşular, arkadaşlar, bu gördüğünüz cefakar ve kahraman cemaatimiz bu günden itibaren sizlerin misafiridir. Sizler kendi aranızda anlaşıp, bir eve beş haneniz yerleşecek şekilde evlerinizi boşaltacaksınız. Bu evlerde misafirlerinizi ağırlayacaksınız, ta ki onlar için kurulan köy bitene kadar.Ha isteyen gidip köyün inşasına yardım edebilir ki çabuk bitsin. Bu saf kan yurttaşlarımız size emanet deyip duvardan inecekken, ayağı kayıp sendeleyen zabit yüzü koyun uzandı kaldı yere. O gün YABİLLİ köyü , kendi içinde dünyada eşi görülmemiş küçük bir göç yaşayacak ve hareket sabaha kadar sürecekti.
Yüzelli haneli Yahyabeyli köyünün Türkleri, otuz otuzbeş eve sığdırılmış, geri kalan boşalmış evler de , çoluğu çocuğu davarıyla birlikte yaşamaları için bu soyguncu Rumlara teslim edilmişti. Bu köyiçi göç sabaha kadar sürmüş sonunda herkes yerini bulmuş, yerleşmişti. Biz Türkler kimbilir kaç ay sıkış tepiş içiçe yaşamaya mahkum edildiğimizi düşünmüş fakat bu işgal birkaç yıl sürmüştü.(Hatırladığıma göre, üç yıl kalmışlar bizim köyde, sonra da yakınlarda inşa edilen Rum köyüne yerleştirilmişler) Ambar köyden gelen yol bizim köyün ortasından , caminin önünden geçer, ordan Loguru deresi, Seymen'den, Koca Dora'sından kasabaya ulaşır. Bizim evlerimiz hemen köy camisi'nin arkasında olup, eski Osmanlı mezarlığına bir komşu kapıyla bağlanır ve namaz zamanı hemen camiye gitmemize yaradığı gibi çocuklar da buradan mektebe gidip gelirlerdi. İçinde yılların büyüttüğü karaağaçlar,yaşlarını inkar etmeyen bir ihtişamla , Atalarımızın, büyük babalarımızın, yedi ceddimizin ruhlarını taşır gibidir. Yahyabeyli köyünün bir simgesi olmuş olan bu eski mezarlığın, çeşitli şekillerde oyulmuş veişlenmiş mermeri yılların izlerini taşıyan, sararmaya yüz tutmuş mezartaşları, ta kimbilir nezamandanberi ayakta durmakta ve yine cami avlusunda bulunan köy okulunun talebelerine hiç bir ürküntü vermeden , bir mezardan çok , çocuklar için oyun yeri olarak kullanılmaktaydı. İşte bu , cami , okul ve mezarlık alanından başlayıp , Azmak arasına kadar uzanan ada şeklindeki bölge, Sadullah dedemize aitken O'nun ölümünden sonra , çocukları Mustafa, Hüseyin, Ali çavuş arasında pay edilmiş , babalarımızın ölümünden sonra ise bizlere geçmişti. Bize düşen yer hemen mezarlıkla bitişik olan yerdi .
Evimizin bahçesinde, mezarlığa yakın yerinde de hayvan damları bulunmaktaydı. Ev ise bahçenin ortasına yakın kurulmuş, hemen yirmi metre arkasında da ihtiyacımız olan suyu karşılayacak kuyu bulunmaktaydı. Kuyunun başında urgana bağlı bir bakraç devamlı durur ve ihtiyaç oldukça bu bakraçla kuyudan su çekilirdi. Evin hayat dediğimiz balkon tarzındaki geniş alana birkaç basamakla çıkılırdı. Basamakla çıktıktan sonra hemen sağ tarafınızda kışlık erzakların, tohumluk buğday yada misir , fasulye gibi hububatın saklandığı kiler bölümü vardı. Kavurma küplerinden pekmez ve turşu küplerine varana kadar herşey orada saklanır , adeta ailenin erzak deposu gibi kullanılırdı. Hayat boyunca da odalar dizilmişti, hepsinin kapısı hayata açılırdı. Odaların hepsinde , duvarın içine gömülmüş, yatakların, yorganların ve diğer giyeceklerin konup saklandığı musandralar vardı.Banyo ihtiyacı için ise ayrı bir bölümde tahta duvarlarla çevrili , adına dolap denilen fakat içinde tuvalat bulunmayan başka bir bölüm vardı. Müslüman evinde tuvalet evin içinde olur muydu hiç. Namaz kılınıp abdest alınan yerle def-i hacet yapılan yer arasında belli bir aralık olmalıydı , onun için ayak yolu dediğimiz tuvalet avlunun en ücra köşesine , hayvan damlarına yakın yapılmıştı. Geceleri çoğu zaman kalkıp ta oraya gitmektense , çişimizi sabaha kadar tuttuğumuz olur ya da avluda en yakın ağacın altında görürdük ihtiyacımızı. Türkiyeden bu Rumlar gelince hepimizin rahatı bozulmuş bizler de hepimiz toplanıp Hüseyin amcamın evine yerleşmiştik. Daraşmalık yer olduğunda, erkekler bir yerde, kadın ve çocuklar da ayrı yerlerde yatar olmuştuk. Her boşalan eve bir Rum aile yerleşiyordu. bizim eve de Adapazarı taraflarından gelen Anaşti adındaki Rum ve ailesi yerleştirildi. Bir karısı bir de kızı ve topal damadı vardı. Fakat bu Anaşti bizim şansımıza mı nedir bir huysuz ki sormayın. Aba, köye yerleşen bütün Rumlarla iyi anlaşırız, gelgelelim bu keçi kafalı ile bir türlü anlaşamıyoruz. Hepsi de Türkiyeden geldiğinden Yunancadan çok Türkçe bilirler. İçlerinde Yunanca bilmeyip , burda öğrenmeye çalışanlar bile var. Öyle ters bir gavur ki kendi milletiyle bile geçinemez Anaşti. Söz kanun dinlemez bu adam öyle de bir sürü toplamış ki , keçisinden davarına, mandasından öküzüne ne ararsan var.Türkiyede kıtlık yaratmış adam. Eh bizim dam alır mı hepsini, almadı tabii. Yeni dam yapması lazım da kereste nerede, taş nerede, kiremit nerede. Harp zamanı, kıtlık diz boyu , yiyecek yok ki onlar olsun. Ordu kullanmış her şeyi. Her gün bunun yaptığı huysuzlukları dinleyip eğlenir olmuştuk. Hayvanları doyurmak için yapmadığı hırsızlık kalmamıştı. Bir de içki içer ki, asıl ozaman çekilmez olur, dayanır bizim kapıya aklına ne gelirse söyler sonra da isteklerini saya saya bitiremezdi. Bir kaç sefer şikayetçi olduksa da kim dinler ki bizi.Kendi aralarında zaman zaman didişirler ve topal damadıyla kanlı bıçaklı olduğu günler olur, damadı eve almaz zavallı orda burda dolanır dururdu gece boyu, Anaşti uyuyunca gizlice karısı alırdı içeri topalı. Bu köye yerleşmiş diğer Rumlar arasında da bir eğlence vesilesi olmuştu. Alışmıştık artık Anaştinin huysuzluklarına da bir gece bizim de sabrımız taşıverene kadar. Gecenin bir saatinde kapıyor baltayı eline alıyor topal damadını da yanına, giriyor mu eski mezarlığa, aba kadaşım veryansın ediyor o kaç yıllık güzelim karaağaçlara, birbiri ardına devirmeye başlıyor. Bu arada köyün yaşlılarıda kimin odasında toplanmışlar bilmiyorum şimdi, uzaktan uzağa tak tak diye sesler duyarlar ama başlangıçta pek üzerinde durmazlar. Fakat seslerin ardı arkası kesilmeyince kadaşım meraklanıp kalkarlar, babam Köseoğlu Mustafa derler, oda var aralarında Hacı şabanın babası falan. Düzülürler sesin geldiği tarafa, gide gide gelirler eski mezarlığa. Ne görsünler ki, bu gavur devirmiş güzelim ağaçları, topal damat ta hemen komşu penceresinden yeni yapmaya hazırlandığı hayvan damının yanına taşır. Manzarayı görünce hepsinin tepesi atmış , gözleri dönmüş , çevirmişler Anaştinin etrafını,bre sen misin bu ağaçları deviren deyip bir girişmişler ki Adapazarlı ya, öyle devrilmez böyle devrilir diye, her yumruktan başka türlü ses gelirmiş, görenler duyanlar öyle anlattı günlerce. İyice bir pataklamışlar ki gavuru, gık diyemediği gibi kimseler de yardımına koşmamış, kendi milleti bile yalnız bırakmış. Bu hikaye bütün ova köylerine yayılmış ta gümülcine de bile sözü edilir olmuş ama kimse de neden dövdünüz bu kahraman yurttaşımızı diyememiş. Anaşti haftalarca dışar çıkıp ta kimsenin yüzüne bakamamış fakat bu arada da yaptığı damın çatısını mezarlıktan kestiği ağaçlarla kapamış.
Aba kızanım, huylu hiç huyundan vazgeçer mi. Boşuna dememişler can çıkar ,huy çıkmaz diye. Aradan onbeşgün geçti geçmedi, köyde herşey durulmuş, karaağaçlar da çoktan unutulmuştu. Fakat bu arada bizim Anaşti boş durmamış, keçi ve koyunlara da ayrı ağıl yapıp büyütmüşlerdi. Bu arada da hayvan damı eskisine göre daha da genişlemişti, genişlemişti de şimdi damı hangi kiremitle örteceklerdi. Karanlık bir gecede , Anaşti ve topal damat gündüzden hazırladıkları düzenekleri taşımışlar cami avlusuna. Anaşti çıkıyor caminin çatısına, damat aşağıda makaranın başında , bütün gece çalışıp, caminin çatısının yarısını boşaltıp taşıyorlar yine damın yanına. Hiç kimsede birşey farketmiyor. Sabah hoca efendi çıkıyor minarenin tepesine, sabah ezanını okuyacak, sabahın serininde gözlerini zor açıyor, yarı açık yarı kapalı, daha Allahü ekber, Allahü ekber diyemeden yarı kapalı gözleri caminin çatısına kaymakla fal taşı gibi açılıyor, tam da anlıyamıyor ya ne olduğunu ama bir yandanda güya devam ediyor ezanı okumaya. Ediyorda ne garip zavallının ağzından iğnesi takılmış gramafon gibi, Allahü ekber'den başka bir söz çıkamıyor.O gün köy tarihinde ilk olarak bir ezan başladığı gibi 'Allahü ekber'le bitiyor yine. Hoca şaşkın şaşkın iniyor minareden aşağı. Millet de meraklanmış, bizim hoca galiba aklını oynattı , bi sabah ezanı okudu ki , bu ezanla namaz kılanı cehenneme bile almazlar , çıksın biri de bir daha okusun şu ezanı diye aralarında fetva verirlermiş. Bir yandan da hoca için üzülürlermiş, zavallı zaten yalnız yaşardı, kızancık sonunda oynattı işte aklını. Baksana şuna Allahü ekber diye diye başladı yine öyle bitirdi ezanı. Vah vah diye hayıflanıyordu herkes. Derken, hoca iniyor minareden, millette bir merak bir merak, hocanın sanki dili tutulmuş ,zavallının dudakları oynarmış ta hiç ses çımazmış bi türlü. Sadece işaret parmağı havada , caminin çatısını gösterir durur. İşte o zaman anlaşılmış hocanın şaşkınlığı . Caminin tepesi yarısına kadar Karlık dağının tepesi gibi çıplakmış. Ne kiremit ne bir şey. O zaman anlamışlar ne olduğunu da kopup koyvermişler makaraları kırılıp geçmişler gülmekten. O günün sabah ezanı da bu hengamede unutulup gitmiş, bir daha okunmadan , kılınmış sabah namazı. Allah kabul etsin. Hepsinin ruhu şad olsun. Bu yine Anaştinin işiydi belli, zaten şöyle başını bir kaldırsan görürsün Anaştinin yeni yaptığı damın çatısına acaleylen yerleştirilmiş kiremitleri. Hadiin dedi büyüklerden biri, girelim de namazımızı kılalım bari günahlarımız hafiflesin biraz. Girdik caminin içine ki, zaten hazırız hepimiz kahkahayı koyvermeye, bu sefer gördüklerimiz bizi sabah namazından da edecekti nerdeyse ama namazımızı yine de bunları unutup , çıplak tahtanın üstünde de olsa kılmıştık. Neden derseniz, her gün üzerinde secdeye varıp alnımızı koyduğumuz ne bir kilim kalmıştı ne de bir yazgı parçası. Hocacık bu sefer iyiden iyiye şaşalamış küçük dilini yutmuş hepten konuşamaz hale gelmişti. Namazdan sonra caminin dişına çıktık ki , dışarısı ana baba günü. Köylü de erkenden kalkar,tarlesına tablasına gider, hayvanını sığırtmaca çıkarır , bir hareket bir hareket köyün içinde . O gün olanları duyan toplanmış caminin önüne, Türk gavur hep birarada, herkesin gözü caminin delik çatısında , kimi güler, kimi şaşkın , bizim halimizi gören yapacagı işi bile unutmuş , aba ne oluyor bunlara diye bizi seyretmekte, biz ise sabah namazının secdesine varır gibi ellerimiz dizimizde katıla katıla güleriz.
Misafirlerimizin bir de papazları var Pontuslu, şivesi de oranın şivesine çeker ki bir sevecen yapar bu papaz efendiyi, ne yalan söyliyeyim bütün köylü de sever onu, o da bütün köylüyü sever. Aslında biz beraber olduğumuz zamanlarda kardaş gibi geçindik, bir tek bu keçi kafalı ters çıktı. Onları da üzdü, bizi de. Bu papaz efendi çıktı ortaya babama yaklaşıp, --Vre Köseoğlu, meraklanmayasınız, ben gider konuşurum bizim Anaştiyle, herşey gelir yerli yerine, bir acaip adamdır kuzum bu, biz bile başa çıkamıyoruz. Tam o sırada, eski mezarlık tarafından bir gurup ,cami avlusuna doğru geliyor ama sanırsın hepsi gülme hastalığına yakalanmış, konuşamıyor hiç biri ,sadece işaret ediyorlar mezarlığa doğru. Sonunda mesele anlaşıldı, Anaşti bu gece fazla mesai yapmıştı anlaşılan, başlamışken yarım bırakmak olur mu deyip, damın tabanına döşemek için bu sefer de eski mezarların o güzelim mezar taşlarını kırıp dökmüştü, eski mezarlar öylesine kalakalmıştı, öksüz çocuklar gibi. Bizimkiler olayı kavrayınca ya bismillah dediler, papaz efendi istavroz çıkarıp kıyamet alameti, kıyamet alameti deyip, Anaşti'nin evine doğru seyirtti.Yabilli köyü ana baba günüydü, komşu köylerden bile eğlenceye katılmaya geliyorlardı ,köy meydanında bir çingene burnuna halka takıp getirdiği ayısını barbukaya vura vura oynatıyordu. Neden sonra döndü papaz efendi, hala dudakları oynuyor, dualar ediyor bir yandan da istavroz çıkarıp duruyordu. O gün hepimiz tarlayı, koşumu unutmuş cami avlusunun çevresine testi gibi dizilmiş , kimi ayakta kimi çömelmiş, herkes kendine göre yorum yapıp Anaştiye en umulmadık cezaları veriyorduk.Sonunda bu durumun Kasabadaki merkeze bildirilmesine ve Anaştinin bizim köyden atılmasına karar verildi ama ne Anaşti ne de topal damat ortalarda yoktu. Allahtan bu aralar yağmur yağmadı da cmaat üstü açık camide namazını kılabildi.
On günden fazla Anaştiyi gören olmadı, papaz efendi de ortalıklarda yoktu.Onbeşinci günden sonra Anaşti , akşam karanlığındabir gölge gibi saklanarak , eşine dostuna giderken görülmeye başladı. Fakat hala ne caminin kilimlerinden, ne kiremitlerden ne de yerinden sökülüp , hayvanların altına serdiği mezar taşlarından bir haber vardı. Papaz efendi de zaman geçince unuttu söylediklerini. Artık köylünün canına tak deyip, toplanıp papaza gideceklerini kararlaştırdıkları günlerden birindeydi . Köyde bir söylenti yayıldı ki yarım saat içinde bütün herkesin dilindeydi --Duydunuz mu ağalar, bizim Anaşti delirmiş. Hem de öyle böyle değil iyice delirmiş ,elinde bıçak karısını kızını kovalarmış avluda. Topal damat çıkmış incir ağacına bir türlü inemezmiş korkudan. Koşun komşular , kurtarın bizi, bu adam delirdi kesecek hepimizi, yetişin diye bağırırmış. Bunun üzerine yine toplandık hep beraber girdik bizim evin portasından içeri ki, topal ağacın üzerinde mum gibi sararmış, Marika ile kızı Ursula da damın arkasından eski mezarlığa kaçmışlar, Anaşti ise elinde koca kasatura , bizim Sadullah dedemizden kalma yadigar Bağdat işi , incir ağacının altında burnundan soluyor, azgın boğalar gibi gözleri kanlı. Koşun bir ip getirin dedi iri yapılı bir rum delikanlısı, sonra üçü birden atladılar Anaşti nin üzerine ancak yakalayıp kuduz köpek bağlar gibi bağladılar urganlarla hayvan damına yakın kayası ağacınıngövdesine. Daha sonra papaz efendiyle damat bize gelip babamla konuştular. Babamın yeni habewri oluyordu Anaştinin delirdiğinden. Papaz babama, ----Vre Köseoğlu, vre Mustafa, bizim Anaştiye bir haller oldu, delirdi bu senin evde, yaramadı senin ev galiba, damda saklanmış on gündür, korkudan çıkamamış dışarı, hep boğaların yanında yatıp kalkmış. Onlardan mı kaptı , huyundan mıdır suyundan mıdır , azgın boğalar gibi koşar herkesin arkasından. Tutup zor bağladık urganla ağaca, şimdi de senin dana gibi böğürür vre ,ne yapacağız buna. Senin hayvanlardan geçmiş olmasın sakın bu hastalık. ---Papaz efendi sen ne dersin ba, nah delirdi benim evde, onun neden oynattığı zaten belli, yediği dayak yetmezmiş gibi sen kalk on gün damda kızgın boğalarla yat , napçaktı ki delirmeyip, hem kuzum papaz efendi o zaten deli olmasa bu yaptıklarını yapar mıydı ki. Ama sen merak etme yine de bir şeyler yaparız iyileşmesi için. Bilirsin Lefecilerde bir derviş var, Derviş Memet efendi derler, bakar böyle şeylere , nefesi de bir derindir ki, bırak deliyi akıllandırmayı , bir üfledi mi, maaşallah mezarından ölüyü diriltir. Papaz efendi rahatladı biraz, o da duymuştu dervişin ününü, hadi dedi topala ----Sen bu gece nöbet tut başında da kendine bir zarar vermesin.
Ogeceyi zor geçirdi topal damat Niko, ay büyüdükçe incir ağacının gölgesi hareketlenip canavara dönüşüyordu sanki, üzerine üzerine geliyordu Niko'nun. Bu köye geldiğinden beri dinlediği hikayeler geliyordu gözünün önüne, zincirli ayılar sanki şimdi atlayıp duvardan, altına alacaktı Niko yu, ne kıpırdayabilecekti, ne de sesini kimseler duyabilecekti, ağzından ses bile çıkamadan ayının altında can verecekti ya da uzun saçli sarışın peri kızları gelip bir tokat atacaklardi Niko ya ki , bayılıp kalacak ve kimse onu bulamıyacaktı. Nerden düşmüştü bu köye, herşey ters gidiyordu, Anaşti çarpılmış mıydı neydi, cinler mi periler mi yapmıştı bu işi ki elinde bıçak nerdeyse kesimlik hayvan gibi doğrayacaktı bizi.Bu köy perili dedi içinden , haç çıkarıp sabaha kadar dua edip durdu. Bu sırada Anaşti biraz sakinlemiş fakat bütün gece boyu gözünü bile kırpmadan ,sırtı kaysı ağacına dayalı ,uzaklara dalıp gitmişti. Babam papazla konuştuktan sonra Ahmet agamı çağırttı ,hemen arabayı koşup Lefecilere gitmesini ve olanı biteni anlatıp Derviş Memet efendiyi köye getirmesini söyledi. Daha o gece çıktı yola ağam. Onyedi onsekiz yaşlarındaydı. Bütün gece türkü çağıra çağıra yol gidip varmış Lefecilere, Memet efendi hadiseyi öğrenir öğrenmez (Yürü ba kızanım )deyip düzülmüşler yola ertesi gün öğleden sonra gelmiş Derviş köye. Havaları serinlediği zamanlardı. Derviş efendinin üzerinde bir potur pantolon, bir de kahverengi cüppesi vardı. Ama nah dev gibi bir adam, iri yarı, sanırsın Deliormanda başpehlivan. Anam hazırlamış sofrayı, ha anamın buralarda namı yayılmıştır, yemek üzerine ondan ustası yoktur, bütün düğün yemeklerine onu çağırıp ona yaptırırlar düğünaşını. Mübarek bir tereyağlı pilav yaparki, nohutlu, şıkır şıkır yağ içinde ,tane tane say pirinci, öyle bir ustaydı işte anam. Bu günde yufkalı tavuk yapmış ki, derviş daha kokusunu alır almaz ya bismillah deyip oturdu sofraya ki sanırsın hiç doymayacak. Daha hal hatır sorulmadan bir başladı derviş efendi yemeğe, te be böylemi iştahla yenirmiş o tavuklu yufka , yanında koca bir tas ayran yoğurtla banamısın demedi maaşallah, ne iştah ne iştaha, arada da babama hadi ba Mustafa diyor ama dervişe yetişebilene de aşkolsun.Neyse yemekler yendi, anam sofrayı topladı,Ferişte ablam da ona yardım etti.Ablam cezveyi ocağı sürüp kahveyi yapıp dağıttı,tam kahveler içilirkenkapı çalındı.Babam(Hah papaz efendidir dedi) , hakikaten de papazla topal dikilmişler kapıya (Geldi mi derviş) Diye sorarlar.İkisi de buyur edildiler içeri.Akşam olmuş hava kararmıştı. Derviş Memet efendi , kahvesini içmiş,ocağın yanına öyle rahat yan gelmiş ki, sanki yarı devrilmiş gibi. Hem yanan mısır öşeleklerinin , hem de titrek gaz lambasının şavkından olduğundan daha da bir azametli ve heybetli görünüyor,papaz efendi bile onu böyle görünce şaşırıp (Selamünaleyküm) diyeselamlayıp,geçti bir köşeye büzülüp kaldı. Bizim dervişte hiç bir hareket yok, cevap ta yok, sadece duvarda yanan öşeleklerin yalınları sanki bir hayaletin gölgesiymiş gibi sağa sola oynaşıyor, öşeleklerin çıtırtısı da o sessizliğin içinde insana bir ürperti veriyordu.Bu bekleyiş ne kadar sürdü bilmiyorum ama neden sonra Derviş konuşmaya başladı fakat sesini zor duyuyoruz, sanki ta derinlerden gelir gibi bu ses gizemli ve büyülü , sanırsın dervişten değil de gaipten geliyor.(Papaz efendi, )............, yine sessizlik, iki elini iki dizinin üstüne koymuş bu sefer, başı önüne eğilmiş,kimsenin yüzüne bakmaz. Papaz efendi dikti kulaklarını ne diyecek diye, derviş tekrar, (Papaz efendi ben gelirken yıldızlara baktım, sizin Anaşti için, ama durum hiç te iyi görünmüyor, sonra demedin deme.)Derviş bunları da öyle bir söylemişti ki, fısıldar gibi, hepimiz zar zor duyabildik. Sonra yine yan devrilir gibi oldu derviş efendi, sanırsın ocağı önüne uzanıverecek ve kuzu postekisinin üstünde uyuyup kalıverecek.Devam etti yine; (Ben bu gece Anaşti için rüyaya yatıcam,perilerimi toplayıp onlarla konuşucam, beni bazen çok yoruyorlar, siz şimdi gidin ki ben bir an evvel toplayım onları, sabaha görüşürüz.)Bunun üzerine papazla topal kalkıp arkalarına baka baka çıkıp gittiler,babam portaya kadar uğurladı onları. Derviş Memet efendi papaz gidince rahatlamıştı, (Oh be Mustafa, iyi ki gitti adamlar, vallaha yanlarında uyuyuverecektim ya.Yemekten sonra bir ağırlık, bir ağırlık çöktü üstüme sorma gitsin,bütün gün öküz arabasının üzerinde yaylanmaktan. Bir de bu öşelek çıtırtısı, ninni gibi gelmez mi, rezil olacaktık papazın yanında be ya. Duydun değil mi, papaz efendi bile şaşırdı da kendini müslüman sanıpselamünaleyküm çekti. Tuh koca kepekli . Bilirsin bunlar memşada işini biitirince kıçlarını bile silmezler, işte ondan bunların kıçları da kurumuş kepek gibi kabuk bağlar hep, onun için kepekli derim ben bunlara. Bak Köseoğlu, bu adamlar ben ne dersem inanmaya ve yapmaya hazırlar.Sen şimdi işin aslını anlat bana ki ben de ona göre düzeyim kafamdakileri.)Tam bu sırada kapı açıldı, Ali amcamla Hüseyin amcam da girdiler içeri, sigaralar sarıldı ve gecenin içine doğru bir muhabetti koyuldu gitti .
Papaz geceyi zor geçirmişti. Kendi cemaatinden biri için , müslüman bir dervişten yardım istemesi, medet umması, onun cemaati önünde çaresiz kalıp küçülmesi değil miydi? Bu duruma düşmekten utanması gerekmez miydi? Bir de klise bunu duyarsa ne der ne düşünürdü onun ruhaniyeti hakkında. Bütün gece sağa sola dönmekten ve düşüncelere esir olmaktan kan ter içinde kalmış , gözüne uyku girmemişti. Bu derviş nelerden bahsetmişti, zaten uykuda gibiydi,kendi bile biliyor muydu söylediğini?Ya o cinler, periler ne oluyordu ki. Ama dervişin de namı yayılmıştı hani, kaç tana deliyi iyileştirmişti . Bunların içinde zır delisi de varmış zır zır delisi de . Sahi bizim Anaşti kaçıncı derece deli acaba diye geçirdi aklından, sonra da canı sıkıldı böyle düşündüğü için. Deli delidir işte , zır delisi zır zır delisi mi olurmuş , deyip aklından silmeye çalıştı bu şeytani düşünceleri. Ne olursa olsun, derviş Memet efendi nin nefesi kuvvetliymiş işte, hem o kadar kuvvetliymiş ki, ölüyü bile diriltir de mezarından kaldırır demiyorlar ya boşuna.Gümülcinedeki papazlardan bile duymuştu şanını, onlar da olsa ayni şeyi yaparlardı diye düşünüp kendini rahatlatmanın yollarını arayarak sabahı etti. Sabah ezanı okunurken kalktı yatağından. Çatısına bir çan yerleştirilerek küçük bir şapel'e dönüştürülmüş belediye binasına yollandı. Biraz sonra ezanın arkasından çan sesleriyle , Yahyabeyli halkı , Türküyle, Rumuyla yeni bir güne başlamak için ayaktaydı.Papaz efendi daha sonra uğrayıp topal'ı da alıp Köseoğlu'nun kaldığı eve doğru , dervişin kehanetlerini dinlemek için koşar adım , ardında ince bir toz bulutu kaldırarak , gözden kaybolmuştu bile. Bu arada zavallı Anaşti bizim evin avlusundaki kayısı ağacına bağlı ne olduğunun farkına varmaksızın , var gücüyle urgana asılıyor kendini kurtaramayınca da daha bir saldırganlaşıyor ve kırkıncı gününe yaklaşmış kuduruk bir insan görüntüsüne bürünerek boğuk sesler çıkarıyor , hırçın bir şekilde bütün korkunçluğunu etrafına yayıyordu. Derviş memet efendi de erkenden kalkmış , sabah çorbasına mısır ekmeğini doğrayıp yemiş , ardından da sabah kahvesini höpürdetmişti. Hoş ,o zamanlar gerçek kahvenin esamesi bile okunmazdı ya, her evde içilen kavrulmuş ve el değirmeninde çekilmiş nohuttan başka bir şey değildi. Yine de dervişi canlandırmaya yetmişti. Az sonra porta'nın gıcırtısı duyuldu , gelen Papaz ile topal damada Ali amcamla Hüseyin amcam da takılmıştı, hep birden girdiler odaya. Papaz efendi tekrar Selamünaleyküm dememek için zorladı kendini, sadece elini başına ve göğsüne götürüp selamladı odadakileri. Derviş tam karşısını işaret edip oturttu papazı , yanına da topal diz çöktü.Diğerleri de odanın duvarı dibine bağdaş kurup testi gibi dizildiler, bu arada köyden birkaç kişi daha gelmişti. Biz de Amet agamla bir köşeye saklanır gibi büzüştük. Derviş yine bütün ağırlığınca ocağın önündeki postekide diz çökmüş ve başı önüne eğik vaziyette duruyor , kimseye bakmıyordu.Sonra başını ağır ağır ve hafifçe kaldırdı , gözlerini papaz efendiye çevirdi. Papaz bu bakışlar altında erimiş erimiş , ter içinde kalmış bir an evvel duyacaklarını duymak ve kaçıp kurtulmak için dualar eder olmuştu. Bu derviş te nasıl bir insandı , böyle sabırlı , bir türlü söylemiyordu söyleyeceğini .. Papaz nerdeyse ölecekti ki sesi duyuldu derviş'in. ----- Çok yordular beni bu gece. Üzdüler beni , çok uğraştırdılar beni papaz efendi. Hele iki tanesi var ki , ne desem senin Anaşti'nin yakasını bırakacak gibi değiller. Diğer on cinimle iyi konuştum , onları razı ettim , yalnız onların da şartları var. Anaşti bu şartları yerine getirecek yoksa onlar da razı değiller Anaşti'yi bırakmaya.Zaptetmişler onu ,hele o iki tanesi nuh der peygamber demezler, niyetleri yok bıramaya. Bilirsin benim cinler müslüman, tutturmuşlar ( Bu adamda bize ait olan mukaddes eşyalar vardır,onlar yerine konmadıkça Anaşti daha çok tepinecek yerlerde, yakında beraber yattığı danalar gibi böğürmeye başlayacak. Sonra da yavaş yavaş suratı onlara benzeyecek ,zincirlerle bağlasanız bile zaptedemeyeceksiniz, zincirini koparıp kudurmuş gibi yakıp yıkacak herşeyi ) deyip dururlar. Şimdi sizin yapmanız gereken her neyse , o mukaddes şeyler , bir an evvel yerine konsun, bu cinler de dinlerine göre dinlensinler huzura erip. Bıraksınlar Anaştiyi, o zaman aklı başına gelir , yine eski aklına kavuşur , benim diyeceklerim bu kadar , akşam yine konuşucam o iki cinle , inşallah onlar da insafa gelirler de çıkarlar Anaşti'nin içinden. Papazla topal birşey söyleyemeden çıktılar odadan, arkadan da babam ve amcalarım portaya kadar onları geçirdiler.Dışarıda ayıcı ayısını darbuka çala çala oynatıyor ve köy çocukları da peşinden koşuşuyorlardı.
Op. Dr.Ahmet Köse (Bornova / İzmir)
Merhabalar,
Bu sayfayı uzaklarda yaşıyan köylülerimizin köyümüzün Futbol takımından biraz haberdar etmek için düşündük.
Haber bilgi öneri ve fotoğraflarınızı bekliyoruz.
Haber, Fotoğraf ..... Ayhan Karayusuf ,Onur Palaman, ..
Sayfa düzenleme ..... Caner Küçük
0 Comments:
Post a Comment
<< Home